Wednesday, March 09, 2005

Yeni Dünyadan Mektup Var: İlk Mektup !

Selamlar,

Uzun zamandır oradan oraya sűrűklendiğim kader yollarında bir gűn durup baktım da nereden nereye geldiğimi gőrűp şaştım; neler gőrdűm, neler yaşadım, nerede başarılı olup nerede hatalı davrandım. Sonra da sardı beni heves, tum bűnları yazasım geldi; hayata, gezip gőrdűklerime, dűşűnűp erdiklerime dair. “Ne gerek vardı?” diyenler olabilir. Belki de yoktur. Ama bu kadar yıldan sonra birşeyler őğreniyor insan tabii ki ve paylaşmak istiyor bildiklerini. Hem bilgi denen şey de paylaşıldıkca anlam kazanıyor değil mi? Saklaması da kolay, fazla yer de kaplamıyor; koyuyorsunuz aklınızın bir kőşesine, duruyor. Gűn gelirde birilerinin işine yararsa ne ala...

Ben birşeyler yazacağım oraya, buraya ait ama daha őnce içinden “Kimsin, kimlerdensin sen?” diyenleri yanıtlasam iyi olur sanırım. Ben Hediye Tűydeş; bilenler için Dramalı Seyfi’nin kızı. Karacabey doğumlu olmama rağmen uzun zaman var ki pek uğrayamadım ilçeme. Sevmemekten değil, zira sevdiğim ve kendileri tarafından sevildiğimi hissettiğim annem-babam, dayım, teyzem, akrabalar, komşularımız ve bilumum eş-dost hepsi Karacabey’de; nerdeyse bir tek ben gurbette. Aslında aradaki yol nası alındı, onu anlatmak lazım őnce, belki de..

İlkokul sınıf őğretmenim Hasan Kocaboz ve kurs őğretmenim Nuri Tűnerir'in teşvik ve yardımları ile başlamış olduğum eğitim/őğretim serűvenim yıllar boyunca beni sűrekledi bir ilden diğerine, hatta okyanus őtesine. Bursa Anadolu Lisesi'nde okuduğum ortaokul yılları boyunca iki haftaya bir olan eve gelişlerim, Ankara Fen Lisesi'ne gittiğimde dőnem sonlarına, Orta Doğu Teknik Űniversitesi, İnşaat Műhendisliği Bőlűmű'nde okurken sadece yaz tatillerine, aynı űniversitede yűksek őğrenim sűrecinde Araştırma Gőrevliliğim dőnemlerinde sadece resmi tatillere sınırlı kalıverdi. Sonrasında da Milli Eğitim Bakanlığı'ndan kazandığım vermiş olduğu burs sayesinde kalktım, geldim ABD'ye.. Eee, komşu kapısı değil bu memleket, arada koskoca Atlas Okyanusu, kalkıp gelesin ha dediğinde. Son 7 yılda ancak bir iki kez geldim Karacabey'e, onlarda da kısa sűreliğine. Gerçi her dőnem bitiminde soluğu Tűrkiye'de alan arkadaşlar vardi, tűm yaz tatilini orada geçirenler. Ben gelemez miydim őyle, ya da kalamaz mıydım uzun uzadıya? Belki. Buradaki hayatım sadece ders almakla sınırlı olsa ve dersten eve, evden derse gidip, buralara alışmakla vakit geçirmesem olabilirdi. Ama őyle de iğreti yaşanmıyor ki, yaşansa da insan sonunda ne őğrenebiliyor kendine, hayata dair, dersten ote ki.

Evvelki gűn O’Hare Havaalanına inen uçağımdan çıkıp da eve giderken kendimi bir garip, bir yabancı hissettim. Evanston’a – son yedi yıldır mesken tuttuğum şehre– civar bir ilden değil, Karacabey’den geliyordum. Başka şehirlerden dőnerken sokaklarını, dűkkanlarını, havasını bilip de “memleketim” gibi hissettiğim bu kűçűk Ortabatı (Midwest) şehri, Tűrkiye dőnűşű ne kadar da yabancı gőrűnűverdi gőzűme; belki de ben kendimi yabancı hissettim buralarda kısa sűre için bile olsa Tűrkiye’deki yaşantıma geri dőnűverince..

Birden sardı içimi bir kaybolmuşluk hissi; aldı beni bir dűşűnce, memleket neresi diye.. Doğduğun yer midir memleket, yoksa yaşadığın mı? Yoksa gelecekte yaşamak istediğin ya da zorunda kalacağın mı? Daha da őnemlisi memleketin nedir insan kişiliğine etkisi? Karacabey’deki Hediye ile Amerikadaki aynı mı? Halen doğduğu mahallede kendi aile çevresinde yaşayanlar icin çok da őnemli olmayacak ya da cevabı kesin olan bu tip sorular, yolu gurbete dűşműşler için ne kadar őnemli ve zor cevaplanır şeyler bilemezsiniz.. Zira gurbette, gűn gelir bazen en kűçűk detaylarda yabancılığınızı, ait olmadığınızı hisseder, kendinizi yapayalnız buluversiniz. Bazen de gűn olur, kendinizi o bambaşka kűltűre alışmış, gurbet elin bir bireyi gibi gőrűverirsiniz.

Yurtdışına değişim őğrencisi olarak gidecekler için dűzenlenen oryantasyon toplantılarından birine davetliydim konuşmacı olarak. Birçok şeyin araştırmasını yapmış olan Amerikalılar, gurbetliği de araştırmış ve bir formule oturtmuşlar. Hatırımda kaldığınca yazacak olursam ilk bir iki ay "balayı" mutluluğunda, 6ay-2 yıl arası "reddetme" sancısında, 2-6 sene "alışma" dőnemi olarak yasanmak yurtdışına çıkan insanların hayatlarında. Genelde de, ne yazık ki tam alışmışken, geri dőnme dőnemi birçoğunda. Benim ABD maceram da çok farklı değil aslında: geldim, hamdım, piştim -hatta biraz yandım- şimdi de dőnűşe hazırlanıyorum. Dőnmeden de oturup yazayım istiyorumdum kac zamandır bu maceramı. Bazı şeyler içinde yaşarken çok daha belirgin kafanızda, çok daha gőzűnűzűn őnűnde. Bunun yanısıra bazı şeyler var ki diliniz varmıyor demeye, hala içinde debelenirkene.

Gűnűműz yaşam tarzlarının vazgeçilmez bahanesi olan vakitsizlikten mi yoksa hic yazmamışlığın verdiği bir tutukluktan mı olsa, bir kaç yil geçti erteleye erteleye bu yazı dizisini. Bu açılış olsun, gitmeden tamamen buralardan, yazayım buralara dair -daha cok ABD'de Karacabeyli bir Tűrk kızının hali nicedir- aklım erdiğince, bir mektup dizisince sizlere. Siz de okumak isterseniz elbette..

Sevgilerimle,
Hediye Tűydeş

Aklım Erdikçe Yaşam Üzerine:GENE BİR ŞUBAT YAZISI

Uzun yıllarımı alan doktora serüvenimi yazmak da uzun sürecek gibi. Tam oturmuş akademik anılarımı yazmaya devam edecekken bir iki haftadır aklımın arka köşesinde sinip durmuş bir konuyu yazmadan geçemeyeceğimi farkedip yüksek öğrenim yazı dizime bir ara vermeye karar verdim. Nasılsa erkeklerin askerlik anıları gibi benim de bir ömür sayıklayacağım bir şey bu doktora yıllarım… Ömrümüz varsa daha çok yazarız o konuda, yoksa da biraz çeşit katalım yazılarımıza, ölüp gitmeden önce..

Aslında şimdi yazacağım konu da dilime pelesenk olmuş bir konu, benzer bir şekilde. Ama öyle her zaman değil, sene de bir gün gelip can evimden vurup giden bir konu. Şu son gününü yaşadığımız mübarek Şubat Ayı’nın tam ortasının sorunu. Herhalde anlamış ya da şimdiye kadar çoktan tahmin etmişsinizdir; Sevgililer Günü sendromu..

Nerdeyse son 6 senedir bomboş, yapayalnız ve bunalım içinde geçirdiğim bu gün birçok erkek arkadaşımız tarafından aşağılanıp, kutlama kartı ve çikolata üreticileri ile gül yetiştiricilerinin komplosu olarak açıklanır, kutlanmaması gerektigi yönünde laflar edilir, Ama gel gelelim o gün oldu mu sevgilisi olan erkekler çiçekçilerin yoluna düşer tıpış tıpış –belki de koşa koşa zira sona kalan dona kalabiliyor bu günde-, sevgilisi olan kızlar gene de çikolatalarını ve güllerini alırken, benim gibi boşta kalanlar havayı alır, üstüne üstlük sevgilisi olmayan erkeklerin inkar ve isyanlarını dinlemek zorunda kalır..

Bir sene, iki sene, üç sene.. Eee Hediye de insan, çekemiyor bu derdi her sene. “Kızım, sorunu çözemiyorsam da acısını hafifletmeyi denesene” dedim kendi kendime, üç sene önce. Alternatif Sevgililer Günü düzenlesene, hani kazma kazma evde oturup romantik olacağını ümit ettiğin adamı beklerkene. Her ne hikmettir bilinmez, belki de doğal bir çekim gücüdür farkedilmez, o kadar çok bekar bayan var ki çevremde, insan bu konu hakkında toptan birşey yapma gereği duyuyor ister istemez. Eeee, kaderin cilvesine gelmiş bir sürü kadın bir arada olur da, şöyle göbekli/danslı bir eğlence nasıl düşünülmez..

İşte gene sinsice yaklaşan Şubat 2005’e savunma olarak biz de kızlar gecesini fısıldaşmaya başladık aramızda. Kim uygun Cuma akşamına? ya da Cumartesi olasığında? Müdavim bekarlardan Kathie, Aynur ve benim yanısıra bir dönem bizim cephede savaşırken şimdi eşinin yanından kalkıp gelmiş, eski yoldaşlardan Nazire, yanında Sevim bir gecelik bekar kaçamakta kocasının izniyle.. Eski gruptan eksiklerimiz Ayhan, Christina ve her zaman ki gibi vakit bulup gelemeyen Aziza. Anlayacağınız gibi çok uluslararası, bu yalnızlık kavramı da..

Amaç tek bekar olanlarda: bir araya gelip, yiyip içip, sevilecek birinin eksikliğinin hüznünü def etmek kafalardan bir göbek havasında ya da Tarkan şarkısında. Kafaları dağıtmak, belki de doldurmak, birlikte dinlenen müzik, atılan kahkahalarla. Gene becerdik biraraya gelmeyi, gülüp eğlenmeyi ama bağışıklık kazanmakta gönlüm yavaştan, bu özenle hazırlanmış ve sahnelenmiş oyuna da.

6 santım topukların üstünde geçen 4 saatlik dans maratonun ardından kramplar girmekteyken ayaklarıma, yalnızlığımı buldum kalbimde ve aklımda, akşam yatağıma uzandığımda. Kanımca, Cuma erken olmuştu aşımız için, Pazartesi günkü Sevgiler Günü’ne karşı olan savunmamızda. Pazar’ı beklemeliydik ama eşsizlikten beter işsizlikten var sanırım bir çoğumuzun sıralamasında.

Hele akabindeki iki gün…Düşmanı bekleyen nefer misali, bilinçaltım devriye gezmekte civarında gönlümün. Ne kadar düşünmek istemesem de, yaklaşmaktaki gün aklımın arka bir ucundaş ufaktan bir çimdikleme ruhumda.

Üstelik bu sene Sevgililer Günü kartı aldıgım ilk sene.. Ama aşktan yana bir ümit yok gene de… Gene de şahsıma yapılmış bir jeste karşılık ben de bir telgraf çekmek istedim “gizli hayranım” olan beye. Gel gör ki telgraf hizmeti kalmamış ABD’de. Ben de nostaljiyi yakalayabilmek uğruna Mors alfabesi öğrenmeye çalıştım bir gece de. Cevabını da aldım benzer bir gizlilikte, çikolata vaad eden gelecek seneye… Gene de bir demet çiçek gelmedi kapıma ya; bakar mısınız, aşksız bir flörtleşme denemesine? Bu koşusturmaca da, bunca derdin arasında, nasıl ve ne zaman vazgeçtim aşktan sahi ben? Yoksa yaşlanıyor muyum ne?

Merak ediyorum,
bir elimde bir demet çiçek,
diğer elim sevgilimin elinde,
gönlümde aşk,
yüzümde gülümseme…
gün gelip gerçekten yaşanacak mı
şu kalan ömrümde ?

içimde cılız bir ses,
ürkerek de olsa
hala ümit etmekte..


Bir yılı sevgilinizle karşılıklı kıymet bilerek geçirmeniz dilegimle..


Sevgiler
Hediye (’90)