Sunday, January 09, 2005

Aklım Erdikçe Yaşam Üzerine: BİR YÜKSEK ÖĞRENİM MACERASI - II

Tekrar merhaba,

Hayatımın akademik hikayesine devam etmeden önce bir önceki bölümü hatırlayalım isterseniz... 1994’te ODTÜ İnşaat Bölümü’nü bitirdim. Ekonomik kriz döneminde hemen iş bulamadım, gittim İnşaat’ta Jeomekanik dalında mastır programına başladım. Hayalimin konusunun hocası hayallerimi yıkarcasına beni hatırlamadı bile. ODTÜ-Gazi arası araştırma görevliliği hikayesi.. Nihayetinde mi?

Gazi Üniversitesi’ndeki hocaların katı şartları konusunda karar verememişken, fikir danışmak için gittiğim ikinci kişi kıymetli hocam Engin Karaesmen oldu. O zaman kendisi ODTÜ/ Mühendislik Bölümü (ES)’nde hocaydı. Biraz konuştuktan sonra, aynı bölümde Prof. Yalçın Mengi’ye de bir fikir sormamı söyledi. Ben de o dönem, Yalçın Hoca’dan bir ders alıyorum, ama gene harbi derslerden birisi, sanırım Soil-Structure-Interaction. Bir an şaşırdım, yani şimdi adama gidip ne diyeyim, kendisini çok da iyi tanımam. Neyse, bir dersin sonunda, konuyu açtım, durumumu, Engin Hoca’nın bana söylediklerini söyledim. Dinledi, pek birşey demedi. Bir ara kendisinin de bir araştırma görevlisi kadrosu olduğunu söyledi ama Fen Bilimleri’nden bir kadro olduğu için belli bir not ortalaması gerektiğini söyledi. Benim ortalamam şartı sağlayacak kadar yüksekti. Ama direkt teklif edip “gel çalışalım” demedi, ben de “beni alır mısınız?” diyemedim. Öyle kek gibi kaldı konu ortada. Bir sonraki dersten sonra, beni yanına çağırdı. Geçen görüşmemizde bir asistanlık kadrosu olduğunu söylediğini ama benim çok ilgili görünmediğimi ama gene de sormak istediğini söyledi: asistanlık yapıp onunla çalışmak istiyor muymuşum? Bu arada ilk görüşmemizde çok istekli görünmemişim??? Demek ki hocalarla görüşülünce çok istekli görünmek, “Varsa kadronuz asistanınız olayım?” falan demek gerekiyormuş, nerden bileyim? Ben hakikaten beceriksizim böyle kendine doğru yontma konularında sanırım. Ama sanırım Yalçın Bey de benden çok daha becerikli değil iletişim konularında ki ancak ikinci görüşmemizde net bir şekilde konuyu konuşabildik – o da tahminim Engin Hoca’nın bizim gibi iki çekingeni karşılıklı kontrolü ile mümkün oldu. Daha sonraki yıllarda Northwestern’de sevgili hocamın öğrenci kandırma (!) konuşmalarına da tanık oldum, ama onları sırası gelince anlatacağım. Aldığım bu teklif karşısında bir miktar İnşaat’ı bırakıp ES’e geçme derdine düştüm. Bir taraftan İnşaat Mühendisliği’ndeki araştırma görevliliği sonuçlarını bekliyoruz ama çıkan rivayetler o kadroya alınacak kişinin çoktan belli olduğu yönünde. Diğer taraftan Yalçın Hoca’nın ünü o kadar büyük ve de benim Jeomekanik’te hayallerim öyle sönmüştü ki Yalçın Hoca ile çalışma hevesim var. En sonunda dönem bitti, Gazi’nin şartını kabul etmedim, ODTÜ İnşaat asistan alımı işini uzattı da uzattı ve bir konuşmamızda hocalarımızdan birinden niye adı geçen kişinin alınacağının sebebini öğrendim (suçlu sistem, meraklısına). En sonunda ES’e geçmeye karar verdim. Her ne kadar Yalçın Hoca ile geçen yıllarım çok sancılı dönemler içerse de kendisi kadar başarılı ve adanmış bir bilimadamı ve bir danışman pek görmedim. Bu noktada hemen belirtmek isterim ki bu tamamen Allah’ın Engin Hoca aracılığı ile sunduğu bir lütuf oldu bana. Zira yüksek lisans yaparken de evden para istemek çok ağırıma gidiyordu. Memlekette de part-time iş diye fazla birşey yok ki gidip biraz çalışıp kendini geçindirecek kadar para kazanasın. Varsa da ben bulamamıştım.

ODTÜ İnşaat’tan ES’e geçişimin bıraktığım bölümdeki etkisi ne oldu, oldu mu bilmiyorum. İnşaat gibi büyük bir bölümde zaten fazla tanınmamışken ES gibi küçük bir bölümde kısa sürede tanınıverdim. Tabii bir de Yalçın Hoca’nın öğrencisi olmak durumu var. Her yiğidin harcı değil derininden uygulamalı mekanik çalışmak Yalçın Hoca ile… Bölüm içindeki güç dengeleri, sanırım bölümün büyüklüğüden bağımsız olarak her yerde mevcut ama benim danışmanım bu düzenlerde bezi olmayan birisi olduğu için biz 5. katta kendi bilim alemimizde yaşadık durduk. Hocam öğrencilerini yakınında bulundurmayı severdi. Kapısı her zaman yarı aralık ve de anahtarları üstünde dururdu. Sabah 9 gibi gelir akşam 8-9 gibi giderdi. Eşi Adana’da hocalık yaptığından evinde yalnız yaşardı ve tahminimiz o ki eve gittiğinde de çalışmaya devam ederdi. Daha sonra faydalarını da zararını da (sosyal hayatımız açısından tabii ki) gördük bunun. Hocamın bir özelliği öğrencilerinden istediği hemen herşeyi kendisinin de çözmesi idi. Sen bir şey yapıp gelirsin, bakmışsın hoca da aynısını yapmış, fark varsa büyük olasılık senin hatandan kaynaklanıyordur, onu da kendisi buluverir. Eğer doğru yapmışsan çok mutlu olurdu ve hayranlık gösterirdi.

O dönemde hocamın yazdığı bir programa ek modül geliştirebilmek için programı öğrenmek durumunda kaldim. 3000 küsur satırlık bir FORTRAN 77 programı idi. Şimdi bazı arkadaşlar dudak bükebilir bu programlama diline ama söyleyeyim, işi klasik anlamda mühendislik analizi yapacak olanlara yetiyordu ve gayet de hızlı idi. Az çok FORTRAN bilgimle başladım, hocamın doktora ögrencisi Mehmet Çetin - nam-I diger MC- ve mastır öğrencisi Ferhun Cem Caner –FCC- sayesinde çok şey öğrendim. Hocamın en inanılmaz yönlerinden birisi –disiplinli olması dışında- düzenli ve sistematik olmasıydı. Yazdığı programları genelde iyi düşünür ve bir kez yavaş yavaş kodlar ama hatasız iş yapardı. Bütün programı olduğu gibi hatırlar ve her DO-döngüsünün yerini ve amacını hafizada tutabilirdi. Ben bir iki kere satır sayılarını değiştirdiğim döngüler ile adamın kafasını karıştırdıktan sonra anladım ki kurtuluş yok, hocamın yardımını alabilmek için onun sistemine geri döneceğiz ve onun dediği gibi yapacağız. Şu sıralar arap saçına dönmüş işlerimin arasında bazen hocamı anarak ben de kendimce bir sistem geliştirmeye çalışıyorum dosyalarım, programlarım, deneme “run”larım için ama henüz ustalık seviyesine çıkamadığımı söylemem lazım. Ama biliyorum ki, akademik hayat da bir iş ve düzenli, disiplinli, programlı olmak çok önemli, hele de devlet memurluğu gibi yaşanabilecek bir ortamda üretken olabilmek için şart sanırım.

ES’teki mastır dönemimle ilgili yazacak çok anım var ama konunun özüne dönersek bunun akademik yaşantım ile ilgili kısmını yazmam gerekiyor öncelikle. Benim ilk başlarda hiç doktora niyetim yoktu, malumunuz. Hatta araştırma görevlisi olarak üniversitede kaldığım öğrenilince dönem arkadaşlarım ve AFL’deki hocalarımın biraz şaştığını öğrenmiştim sonradan; benden pek akademik birşeyler beklemiyorlarmış. Bir de dönem arkadaşım Ahmet Derya Kocabaş’ın üniversitede yüksek lisans yapması bu şaşkınlığı yaratmış. Benim yarattığım şaşkınlığı tam anlayamamıştım. Ama Ahmet Derya’yı bilen birisi olarak ben de biraz şaşırmıştım, zira kendisi lise yıllarında çok da ilim-bilim derdinde değil tam tersine futbol-müzik ekseninde idi. (Birçoğumuz ilim-bilim derdinde değildik ama ona basamak ve gösterge olacak ders derdindeydik desek hala doğru olur herhalde). Demek ki ben de insanlar üzerinde benzer bir imaj yaratmışım, insan nedense kendini dışardan göremiyor ya da görmek istemiyor. Halbuki bende öğrenme aşkı olduğunu kendim her zaman bilirdim –hatta doktorayla bile hala sönmedi- ama nedense bu aşk, bildiğini gösterme gereği ile gelmeyince toplumun ya da eğitmenlerin radarından kaçabiliyor demek ki. Büyük ihtimal Ahmet Derya’da da benzer aşk vardı -zira duyduğuma göre o da doktoraya devam etmiş, bitirdi mi bilmem ama bitirmediyse kolaylıklar dilerim- ama öncelikli ya da tek aşk değildi AFL yıllarında.

Allah’ın bir başka lütfu 1996 kışında ortaya çıktı. Hemen belirteyim, o dönemki grubun geyiğinden etkilenmiş olsam gerek ki ABD’ye karşı soğuk bakıyorum, kapitalist ülke diye düşünüyorum –ama kapitalist ne demek tam olarak bilmiyorum-, burs alıp gitmeye çalışanları tam olarak anlayamıyorum. Hatta çok iyi hatırlarım, birisi gidecekti de son bir yemek için buluştuğumuzda Ali Tamur (’89) da ABD’ye gidenlere “ne gerek var” gibisinden bir sürü laf etmişti, ben de içimden “çok haklı” demiştim. Sonra kendisi de geldi buralara ama kendi hikayesini ve değişimini anlatmayı ona bırakmak lazım. İşte tam böyle bir ruh halinde iken bir bayram gezmesinde babamın kuzenlerinden birinin oğlu –kendisine amca derim kısaca – tutup bana “Hediye, parasını vereyim al bizim kızı Amerika’ya gidin, gezin” dedi. Ben şaşırdım kaldım. Zira ben sürekli yatılı okullarda okumuş birisi olarak memleketteki genç kuzenleri falan tanımam. Üstelik bizim sülalenin biraz zengin kesimi olduklarından onlar da bol bol Bursa’da falan vakit geçirirler, öyle çok görüştüğümüz de olmaz. Kuzeni de bayramdan bayrama görmüşlüğüm vardır ancak. Doğal olarak önce reddettim. Bu arada ben hayatta yurtdışına çıkmamışım. Zar zor İngilizce konuşurum. Nasıl giderim dünyanın öbür ucuna. Ben kendime güvenemezken amcamın bana kızını –ki benden 10 yaş küçüktür- teslim edecek kadar güvenmesi şaşırttı biraz da. Bu arada belirteyim amcamın uçak korkusu var, kendisi hiç yurtdışına çıkmaz ama çocukları dünya görsün, İngilizce öğrensin diye yurtdışına falan gönderir. Ankara’ya geri geldiğimde hocamın doktora ögrencilerinden o dönem henüz çok da samimi olmadığım AFL mezunlarından efsanevi Gonca Özkan (’86 sanırım) ile konuşurken konu açıldı. Hiç unutmam bana “Kızım, aptal olma, birisi masrafını karşılıyorken git bir gör, belki seversin oraları, en azından dünyanın o kısmını görmüş olursun” gibisinden bir nasihat verdi. Zekasının ünü yüksek bir ablamızdan böyle bir tavsiye gelince korkularımı bir miktar askıya almaya karar verdim ve bir sonraki bayram görüşmemizde –herhalde Kurban Bayramı olsa gerek- amcama olumlu yanıt verdim. Gezimin sonlarına doğru kuzenin itiraflarından öğrendiğim kadarıyla o da tanımadığı bir kuzenle seyahat etmeyi çok istemiyormuş, hatta ilk reddettiğimde çok rahatlamış, tekrar kabul edince de biraz üzülmüş yaz tatilini arkadaşlarıyla Karacabey sahillerinde geçiremeyecek diye. Ama sonra güzel bir gezi olmuş onun için de ki “iyi ki gelmişiz” dediydi.

Bu arada ne yazık ki açmam gereken başka bir defter var olayın benim için boyutunu ifade edebilmem için. O da o dönemki erkek arkadaşıma dair bir kısım. Kendisinin hoşuna gitmeyebilir, şimdiden özür dilerim, ama yurtdışına gelmem de kendisinin etkisi o kadar büyük ki anlatmadan geçmek mümkün değil. O dönemki Türkiye ve ruh hali şartlarında bizimkisi pek mutlu değil. Ben kendisine 2 haftalığına kuzeni ABD’ye götüreceğimi söylediğimde birsey demedi. Ne yalan söyleyeyim –bunu kendisine hiç söylememekle birlikte- onunla gitmeyi tercih ederdim. Ya da onun bizimle gelmesini bir şekilde. Parasal yönden mümkün olabileceğini düşünmediğimden teklif de edemedim, kendisinden şimdi özür dilerim. Hazırlık sürecinde geçen konuşmalarımızda destek verdi. Bir ara konusu açıldığında bari oraya kadar gitmişken üniversiteler ile görüşüp başvuru formu falan alma konusu gündeme geldi. Bizim delikanlı bana gaz verip ABD’den burs alıp yurtdışında doktora yapma fikrini gündeme getirdi. Hatta ne iyi olacağını, bu vesile ile bir miktar yurtdışında da kalabileceğimizi söyledi. Kendisinin bitirme derecesi çok iyi olmadığı için burs alma şansı olmadığını ama benim not ortalamam ile mümkün olabileceğini söyleyip duruyordu. Bak bu kafama yatmıştı, yalnız ve kendim için yurtdışına gitmeye değmezdi zira benim pek bir akademik hırsım yoktu ama sevdiğim birisiyle, hele de bu kadar istekli birisi için böyle birşey yapabilirdim. Nihayetinde bir dönem orada kalır, sonra gelirdik. Nasılsa, orada da burada da olsa bir ara evlenecektik –hiç konuşmamamıza rağmen, kendisini hazır hissettiğinde bu teklifi alacağımı bekliyordum. (Böyle konularda dırdır etmeyi sevmem, içten gelmeli istek diye düşünürüm ama doğru olmayabilir, erkeklerin içindeki mekanizma bazen garip işliyor J fakat gene başka bir yazi konusu olarak bırakalım onu.)

Hata: Eğitim, kariyer, yurtdışına gitmek gibi konularda bir kadın olarak eğilimim genelde birlikte olduğum erkeğin öncelikleri yönünde oluyor(du). Sanırım aile ve toplumsal yetiştirmeden, biraz da başkası için birşeyler yapmak hoşuma gidip karar aşamasında daha kolayıma geldiğinden. Lakin yurtdışı gibi bir karar uzun süreli olabiliyor ve insan böylesi kararın bedelini kendisi de ödüyor. Birey biraz kendini düşünmeli ve kendisi için iyi olacak şeyi seçmeli. Gerektiğinde birlikte olduğumuz erkeklerde bedeli paylaşmayı bilmeli; tamamen bedeli onlara ödetmekten bahsetmiyorum ama gene de fedakarlıklar karşılıklı ve mümkün mertebe eşit ağırlıklı olmalı. İki kariyer sahibinin kuracağı birlikteliklerde ikisinin de hayallerine ve gelişmelerine imkan olmalı. Kadınlar hop diye kendilerini feda etmemeli. Bunun için de öncelikle kendi iş hedefleri olmalı, yoksa da imkanlar çıktığında değerlendirmekten kaçınmamalı. Niye böyle düşündüğümü ilerleyen bölümlerde daha iyi anlayacaksınız.

Devamı bir sonraki aya ….

Sevgiler

Hediye Tüydeş (’90)