Friday, August 05, 2005

Aklım Erdikçe Yaşam Üzerine: Hiç bir ayrılık böyle huzunlu, eğlenceli, heyecanlı olmadı...

Ağustos Ayı, bülten yazısı: 28 Temmuz-Perşembe versiyonu

Şimdiye kadar ayrılık hakkında ne dedimse, yalan.. gerçek olan şimdi bu yazacaklarım … Gerçek ayrılık şimdi olacak. Bir taraftan hala tez düzeltmeleri ile uğraş ıp, öbür taraftan 1 Ağustos’a yetişecek makale derdindeyken, bir diğer taraftan da eşya toparlıyor, gitmeden görüşmek isteyen insanlarla buluşacağım bir yemek hazırlamaya çalışıyorum. Aslında insanları yemeğe eve çağırmak isterdim ama gel gör ki ne ev var ne de yemek yapacak zaman.

Aslında kimseye veda etmek istemiyorum. Sessiz sedasız sıradan bir günmüş gibi çekip gitmek de var haftaya Çarşamba günü. Öyle ki sanki yaşam hiç değişmeyecekmiş gibi.. Birilerinden, bir yerlerden ayrılmak ne kadar zor geliyor. Bir daha buralarda yaşamamak, burada selamlaştığım bir sürü insan ile görüşememek.. Herkes birbirine “tamamen veda etmeyelim, bir daha ki sefere görüşene kadar hoşçakal” diyelim diyor ama bunun ne kadarı doğru ki… Biliyorum ki bir çoğunu bir daha görmeyeceğim, onlardan haber almayacağım ya da zaman gelecek ben aramamaya baslayacağım ya da onlar daha az ve seyrek cevaplayacaklar. “bu burada kalmasın” demek yalan değil mi? ĺçim inanmıyorken ağzım nasıl söylesin bunları..

Vedalaşmak çok zor, çok garip … ama gene de vedalaşmak lazım. Hayırsız bir şekilde görünmemek için mi yoksa burada geçen güzel günlere teşekkür mahiyetinde mi onu bilemiyorum. Ama gene de vedalasmak lazım onu biliyorum.
Türkiye’ye döndüğümde buradaki insanları gelip bulmam zor olacak (hem maddi aç ıdan hem de firsat olarak) ama bir umut belki onlar gelirler. Benim için değilse bile mesela tatil için ya da başka bir sebeple.. Ya da belki isleri düşer, yardımım dokunur. Onlara bir iletişim adresi vermek lazım. Herkese yazıp ya da email atıp durmaktansa –ben öyle durumlarda hep kaybediyorum- bir kitap ayracı tasarlayayım dedim bir hafta once. Hani şöyle plastik bir koruyucunun icine koyayım, uçuna da bir kurdeleyle nazar boncuğu takayım, biraz Türk motifli olsun.. Önüne selam sabah, beklerim mesajı, arkasına da adresler. Bir de mümkünse bir resim koyayım şöyle milletin gülümseyerek bakacaği cinsten…

Bunları geçen Çarşamba kütüphanede çalısırken bir iki dakikada düsündüm, tasarladım. Hemen bir basit şablon hazırladım. Ondan sonra plastik kılıf arandım, bulamadım. Ben de alternatif, olarak 5-10 tanesini renkli bastırıp, katlayıp, lamine ettirmeye karar verdim. Ucuna nazar boncuğu bulamadım ama üstüne resmini koydum. Ilk olarak deneme olsun diye savunma günümde çekilmiş bir resmi kestim koydum, sonra daha iyisi ile değistiririm diye. Sonra arkadaşın birisi “çok hoş, çok canlı bir poz, aynen sen’n doğal halin gibi, sen bunu koy en iyisi” dedi. Ben pek aynı fikirde olmasam da baska poz bulamadığımdan onu koymak zorunda kaldım, o ayrı mesele..

Derken tatlı yiyelim, tatlı ayrılalım diye tuttum birer de kucuk lokum vereyim dedim. Arap bakkalindan aldığım Sultan marka lokumlardan sade olanı bayat çıktı ama fistıklı, hindistan cevizli olanı mükemmeldi. Yanına eli yüzü düzgün badem şekeri bulamadım –olanlar rengarenk ve cok buyuk büyük idi-, tuttum iki tane susamlı şeker koydum. Ama tabii ki bunları düzgün bir şekilde tutup lokumun tozunu dökmeyecek küçük bir tasarım yapmam gerekti. O kadar işin arasında bizim kumaşçı Vogue Fabrics dükkanına uğrayip parça kumaş kısmında biraz tül, biraz kurdele buldum..
Ve sonunda tamamen kendi imalatım vedalık hediyeler hazırladım…(Bkz. Sekil 1a ve 1b, ve de bir ce) Veda edeceksek de tatlı edelim değil mi? Geriye bir tek, herkesle Cuma günü akşam yemeğinde buluşmak kaldı; Pazartesi’ye yetişecek makale ve gitmeden bitirmem gereken tez düzeltmeleri yanısıra tabii ki.


Ağustos Ayı, bülten yazisi: 30 Temmuz-Cumartesi versiyonu

Hiçbir ayrılık bu kadar eğlenceli olmamıştır kanımca.. Belki askere gidenleri davul-zurna ile yolcu edenler yakın gelebilir ama gene de geçemez sanırsam benim veda gecesinde ulaştığımiz seviyeyi..

Öncelikle bir Türk lokantası olsun istedim insanlar ile bulusacağımız yerin, malum Türk yemekleri, millet hem biraz yesin hem de mümkünse Türkçe müzik dinleyip eğlensin. Yani ben gaza gelip oynayacaksam, arka fonda bir iki çiftellli ya da tarkan dinlensin..

Eğlence gecelerimizin yegane mekanı Arkadaş Café var ama oranın yemekleri pek iyi değil; üstelik hocaları falan cağırırsak öyle taverna havası doğru bir ortam olmayabilirdi. Turkish Cuisine ve Bakery var ama cok dar uzun ve sıkışık. Topkapı Restaurant’in büyük bir odası var ve ferah oluyor ama onların da servisleri falan cok iyi değil. Yurt dışındaki Türk lokantalarından kaliteli olabilecek Turquoise Turkish Bistro var ama o da dar uzun bir şekilde ve 15-20 kişilik –tahminen bu kadar bekliyordum- bir grubu rahat ettirecek bir yer değil.

Velhasıl Topkapı’da karar kıldım. Bu arada sahibi Cumartesileri Türkçe müzik çalan birisini getirtiryormuş ama Cuma gelecekseniz parasını bizim vermemizi istiyor. En ucuzu $200 olurmus. Ben kaç Kişi olacagımizi bilmiyorum, bütün lokantayı kapatmayacağımız ve çalacak kişiyi bilmediğim icin müzisyeni ben tutmak istemiyorum. Kararsızım vesselam. Neyse, hemen cok vaktim olmasa da herkese bir email attım, “millet ben gidiyorum, görüşmek isterim, vaktiniz olursa buyrun gelin” dedim. Çarşamba’ya kadar cevap verin” dedim.

Çarşamba günü elimdeki rakam 25-30 kisi arasında. Fena değiliz. Derken Persembe günü sayı 40’a yükseldi. Adama da diyorum ki, 43-45 kisiyiz, bunlarin 30u fixed menüye tamam dedi, siz menüden ısmarlayabilecek birkaç kişi için hazırlıklı olun. Lokanta sahibi panik, fixed menu olmazsa olmaz diyor. Onlar önceden hazırlıyorlarmış, bir sürü kişi aynı anda kafalarına göre ısmarlarsa mutfak karmakarışık olurmuş. 15 kişinin üstündeki gruplara hiç bir lokanta menüden servis yapmazmış, ben gelenlere ille de fixed menu diyeymişim.. Hayde, orduya mi giriyoruz, yemek mi yemeğe gidiyoruz anlayamadım. Içimden dedim: Iyi de kardeşim, ne biçim lokantacısınız, koca lokanta açar, sonra da belli bir sayıdan fazla adam gelsin istemezsiniz… işletmecilik anlayisiniza da …

Cuma günü olduğunda, ben sayının 50’ye yaklaştığını farkettim. Bir baktım yeterince vedalık hediyelikler yok. Acel tecel biraz daha ayraç ve lokum paketi yaptım. Battı balık yan gider deyip müzisyeni de kıraladım. Adamla pazarlik olsun diye –çok bildiğimden değil ama- yarısını siz ödeyin dedim, o da ben $50 öderim, siz $150 ödeyin dedi, sizin partiniz, benim icin fazla bir getirisi yok dedi.. Kurnaz adam, müzisyene de $150’den fazla verdiğini sanmıyorum ya... Neyse tamam dedik. Yalnız hala hangi elbisemi giyecegimi bilmiyorum; kırmızı, kalpliyi mi yoksa siyah-gri sırtı açık olanı Mı? Seçenekleri hiç görmemiş arkadaşlar üzerinde yapmış olduğum anket sonucu bir işe yaramadı. Ben kırmızıyı giymeye kadar verdim. Bu arada saat olmuş 6 gibi. Arabası olmayan arkadaşlar beni arıyorlar, nasıl gidilecek diye… Normalde yüksünmem yaparım ama boyle bir günde parti sahibine çok geliyor böylesi detaylar… Bir taraftan kimin kimin arabasi ile gideceğini ayarlamaya çalışıyorum, öbür taraftan kötü olabilecek müzisyene alternatif olarak CD-çalar ve MP3-çalar hazırlıyorum. 8:30 gibi geleceğini iddia eden hocamın hediyelerini de sararak yanıma aldım ama 10’dan once gelmez diye düsünüyorum.

Derken baktım olmayacak gibi, son dakikada randevu alıp Nuri ile kiraladıgımız arabaya atlayıp yemeğe götürulecek iki kiz arkadaşı da alıp Pakistanlı Ablamın kuafor salonuna gitmeye karar verdim. Hiç olmazsa biraz kaşlarımı toplatır, az bir fön çektiririm diye. Orada çalışan kızlardan ve benim arkadaşlardan aldığım tepkiler dogrultusunda kırmızı elbiseyi giyip, kuafor ablamin yapmiş olduğu birbirinin icinden geçmeli saç modeli ile kendi yemeğime gene geç kalarak ve suslu olmadığımı umarak gittim.

Lokantaya bir girdim ki ne göreyim: bir büyük, 4 kücük masa dolusu insan beni bekliyor. Işte o zaman şok oldum. Vay be dedim.. Her ne kadar gururlanmak, böbürlenmek istemesem de gururlandım işte: Demek bu kadar sevenim/sayanım varmış dedim.. Aralarında kimler yok ki: Bulgaristanlı kütüphaneci arkadaşlar, bölümden Amerikali-Fransız-Hindistanli ve Çinli arkadaşlar, civardan Türk arkasdaslar, Amerikalı eşleri, ODTÜ-Şikago grubundan arkadaşlar, değişik gruplardan Ingiliz arkadaşım, Amerikalı-Zenci-Mısırlı aktif/emekli dansöz arkadaslar, Yunanlı eski evsahibimin kızları, kitap yazmalarına literatur taraması yaptığım iki kisi, video programi yaptığımız bir arkadaş, Türkçe konuşma dersi klubünden baska bir arkadaş… Ne mutlu bana! Içlerinde ben kuafördeyken telefon edip nerde kaldığımi soran Hintli arkadasımın samimi itirafi ile ilk tepkiyi aldım: Hediye, bekledigimize değmiş, mükemmel görünüyorsun.. Tabii ki kibar bir şekilde geçiştirdik bu iltifatı ama içten içe de “hımm, güzel olmuşum galiba” demeden edemedim..

Acele yanıma gelen lokanta sahibinden bir fırça yedim; insanların yarım saattir beklediğini ve adamın parti sahibi kişi –yani ben- olmadan meze bile ikram etmediğini öğrendim. Hemen servise geçin dedim. Yalnız gelenlerin ardı arkası kesilmiyor. Her yeni gelen kişi ile –ki bir kısmı geleceğini de bildirmemişti- lokantacı amcam bana kiziyor: bu kadar kişiyi nereye oturtacakmış, nasıl servis yapacakmış, insanlar niye aramazlarmış.. Yahu adam 70-80 kişilik lokanta yapmış, doldurmaktan korkuyor..

Ben once herkesi bir selamlayip teker teker merhabalaşırken bizim Türk oğrencilerden birisi “Hediye, gidişin bu kadar kalabalık, evlenecek olsan kimbilir ne olur?” diyor. Hakikaten evlenecek olsam kaç kişi cağrılır, kaç kişi gelir.. Ötekisi tamamlıyor: “Bu kadar insan biraraya gelmişken boşa gitmesin, söyle birisini hemen isteyelim, evlendirelim seni… Kesin bir damat adayı ve nikah kıyacak birileri vardır burada bu gece”… Diyorum “dedim ben müstakbel eşime, sen bu gece şu saatte gel buraya diye ama gelmedi hıyarım gene.. Ne yapalım kaybetti şansını gene” …

Her yeni gelene merhaba demek için ortalıkta dolanirken uç masa değistirdim, hala bir meze tabağı servisi bile göremedim. Yeterince sayıda ve tecrübeli garsonları olmadığı için birilerinin oturtulması islerine falan ufaktan el atıp, lokantacı amcamın fırçalarından kurtulmaya çalışırken hayretler yaratacak bir şekilde sözünde durup 8:30-9 arası gelen danışmanımı boş bulduğum ilk sandalyeye oturttum. Adamın ilk cümlelerinden birisi “Hediye, bu kadar insanı nerden tanıyorsun? Ben toplasan bu kadar adam bilmem” oldu. Adamın yüzündeki şoktan böyle bir sayı beklemediği anlaşılıyordu. Tabii işin bir diğer tarafı da gelenlerin yaş ve sosyal durum yönünden çeşitliliği idi.. Sonra da “Travis’in düğününde bile bu kadar adam yoktu” diye ekledi. Demek ki toplantılarımızın büyüklüğünde düğün önemli bir birim..

Tam ağzıma bir iki lokma koymuş, sigara böreğinden bir ısırık almıştım ki müzisyen arkadaş programına Cem KAraca’nın “Namus Belasi” şarkısı ile başladı. Bir durdum, iki durdum olmadı . konusu tutmasa bile ritmi tuttuğu ölçüde becerebildiğim kadar bir azeri yürüyüş ve el-kol hareketleri ile sahneye fırladım; alkışlar arasında her zamanki gibi dans pistinin açılışını da yaptım. Eee böyle kısır düğününe de boyle coşkun gelin adayı yakışır.. Ayse kızım, düğün bizim misali… Ondan sonra ilerleyen saatler boyunca pist hiç boşalmadı. Hatta yer yokluğundan ortaya konan bizim gruptan olmayan masa kalkınca kızlı-erkekli herkesi piste taşıdık.. Çinli arkadaşlara zorla da olsa göbek attırıp, Amerikalı Arkadaşlar ile salladık. Bu arada şu son dönem Hint-Karadeniz karması “ne oldu sana light erkek” şarkısında çoşan bir Hintli arkadaşın bangra hareketleri yanında ben bilebildiğim kadarıyla horon teperekten ilginç bir ikili oluşturduk. Tabii ki dönemdeşim Kubilay’in gaza gelip çiftetelli/roman havalarında kendinden emin bir tavırla sahneye çıkmasıyla olayin rengi değişti; göbek attık, iyice costuk.

Herkesin meraklı gözleri içinde dans etmesini beklediğimiz danışmanım hediye ettiğim rakıdan yeterince içmeden kalkmadı. Bir iki davet ettim, biraz daha sonra deyip geçiştirdi.. Derken sahnenin bir köşesinde birilerini oynatmakla meşgulken omzuma dokunan bir elle döndum bir baktım ki danışmanım çikmış sahneye bizim arkadaşlardan birisi ile göbek atıyor. Tabii ki ondan sonra bir oynamışım danışmanımla bütün Amerikalı öğrencilerin ağzı açik izledikleri bir gobek atmışız ki sormayın. Sanki bunca zaman gırtlak gırtlaga giden biz değilmisiz. Hep demişimdir bu adam günlük hayatında iyi birisi olabilir, netekim Akdenizli, ama velakin vahim bir danışmanlık yeteneği … Gecenin sonuna doğru herkesin kendisine “Ooo Dr Z, sizi biliyoruz” demesinden süphelenerek bana dönüp “ne dedin hakkımda, şu canavar (monstrous) Dr Z mi?” dedi.. Ben de yalan söyleyemeyip “Canavar demedim ama başka seyler dedim” diye küçük bir itirafta bulundum. Gecenin sonunda herkesin kendisine Dr Z diye hitap etmesine dayanamayıp bana döndü ve “artık mezun oluyorsun, bundan sonra Thanasis de, herkes sonra Dr Z diyor” dedi. Ben kendisine söyledim: 6 ayda ancak alışabilirim “Tinasis” demeye diye, o bile zor ya. Artık öğrenci değilim ya. Thanasis diyeceğim, kendim arastirma yapip, kendim ders vereceğim. Vay be…

Gecenin ilerleyen saatlerinde periyodik olarak yaptığım selamlaşma turlarında bir farkettim ki hocam kendisine hediye ettigim 70liği almış, öğrencilerin masasına geçmiş. Ben cocukları dansa kaldırmaya calısıyorken hocam da bana dönmüş “mazotsuz gider mi gemi, önce içireceksin ondan sonra dans ettireceksin” diye nasihat veriyor. Işte bizim Egei… Çok zorlasak akraba da çıkacağiz ya o gene de hala biraz Yunan fanatiği..

Gecenin 2 sine kadar süren oyunlu, şarkılı, türkülü eğlencenin sonunda Şikago’dan ayrılmama bacaklarim dışında ben dahil sanki hic kimse üzülmuyor gibiydi. Hiç bir göz yaşı akmadı, ama aksine bir sürü kurtlar döküldü, kahkahalar atıldı. Öyle şen şakrak, öyle neşeli geçirdik ki gidişimi, sanki daha iyi bir hayata doğru gidiyormuşum gibi.. Hiçbir ayrılık olmamıştır böyle eğlenceli…


Ağustos Ayı, bülten yazısı: 3 Ağustos, Çarşamba versiyonu

4 gün önceki veda yemeği çok uzaklarda sanki. Akabinde geçen üç-dört gün içinde sürekli sabahlayıp bir makale yetiştirmekten tezin düzeltmelerini bitiremedim. Çantalarım Çarşamba sabah bile tamamen toplanmamişken ben daral geçirmelerdeyim. Makale öncelikli, zira kabul edilirse Ocak’ta geleceğim geri.. Hala vedalaşamadığım bir sürü kişi var. Hep aklımda olup da email adresini bulamadığım Mozambikli arkadaşım Nelson, Evanston Community Media Center’daki arkadaşlar, Allahaısmarladık diyemediğim Bayan Kakehashi gibi. Son dakikada gönderdiğim küçük bir hediye ile kutladım Teksas’daki Avusturalyalı arkadaşım Randal’in döğumgünü…

Içimden dua ediyorum, herşey bu vakte kadar çok yolunda gitti: Son anda dağıtımı gece kalacak olan monitorum ve ısmarladığım digital fotograf makinasının ikisi de ögleden önce geldi. Sabahlayaraktan olsa gönderilecek kitaplar için postaneye gidildi. Bolüme gelip Mac’in harddiski çıkarıldı. Gel gör ki bavul toplamaktan, oda temizlemekten biraz geç çikilabilindi. Zar zor da olsa toparlanıp bindiğimiz arabalarla 3:30 gibi yola çıktık yurttan; bir 5-10 dk gerisinden gidiyoruz yol arkadaşım Nuri’nin.. Bavullarımin ikisi onun yanında. Geri kalan bizim arabalarda..

Bu arada gidiyorum ama nereye? Beni bekleyen hayat neler iceriyor ki? ODTÜ’de ne zaman göreve baslayabileceğim, ilk dersimi nasıl hazırlayacağım ki? Arada bir ağlayacak gibi oldum. Gidiyorum, dönüşüm olmayacak şekilde. Ilk geldiğimdeki gibi.. Acaba o zamanda böyle gelecekten habersiz, böyle panik miydim? Belki.. 8 yıl öncesini hatırlamak çok mümkün değil ki. Ağlamamak lazım ama gene de içime bir daral geliverdi.. Gidiyorum; Turkiye’ye; temelli…

Nuri 5 dakika once aradiginda check-in kuyrugu az idi. Son anda da olsa bir gayret uçağa yetişsem bu Şikago tecrübesi bitecekti.. O’Hare havaalanin 5 numarali terminalinin kenarinda koştura koştura aldığım arabacığa doldurdugum uç büyük bavul ile THY gişesine gittim bir de ne goreyim ki; gişedeki uç Beş kisiden baska kimse yok. 3-4 dakika önce beni beklemekten yorulan arkadasım Nuri iki bavulumu check-in ettirmiş, güvenlikten geçmeye gitmiş. Ben de Koreli olduğunu zannettiğim bir kadının işareti ile yanaştığım masada tamam diyen baska asyalı bir delikanlının sorduğu şefi “olmaz” demez mi. Uçak mı doluymuş, güvenlik kapısı mı kapanmış, ben gidebilirmişim ama bavullarımı mı almazlarmış ?. Ben sok içinde gık mık ediyorum; arkadaş geçti, ben de onunla gidecektim… Ama nafile… Çalışan ABDli kadın firçayı atmış bile. Öylece kalakaldım. Kısmet değilmiş demek ki …

Dışarı çiktığımda getiren arkadaslara durumu anlattığımda birsey demediler. Sağolsunlar teklife bile gerek kalmadan beni alıp evlerine geri getirdiler. Neden bilmem, bir anda bu gidememeyi bir sans görüp hocamı arayasım tuttu; battı balık yan gider, kendisi ne zaman gidiyorsa o vakte kadar kalıp tezimi bitirmeye çalışma fikri aklıma geldi.. Belki de sebebi bu kaderin cilvesinin. Aslında bir taraftan da içimde nazara geldim şüphesi.. Hem de kimden biliyorum sanki… Ama gel gör ki kıza gidip nazar değdirdin denmez ki.. Ustelik sonuç değişmiyor.

Gidemedim hala, vakti saati gelmemiş dönüşümün demek ki.. Yiyecek lokmamız kalmış buralarda, gitmeden temelli… Yaşanan nerdeyse bir ayrılık tatbikatı… Herkesle de vedalaşmışım, yarın beni bölümde görünce ne diyecekler ki?