Thursday, December 09, 2004

Aklım Erdikçe Yaşam Üzerine: BİR YÜKSEKÖĞRENİM MACERASI - I

Tekrar merhaba,

Bir ay hızla geçti ve ben kendimi yine bilgisayarın önünde bülten için birşeyler yazmak üzere oturmuş buldum. Geçen dört hafta içerisinde ne yazsam diye düşünürken, içimden bir ses sürekli “doktora” serüveni konusuna gir deyip duruyordu. Bir başka ses de –malum aklı sağlam olanın da olmayanın da kafasının içinde binbir tane karşılıklı konuşan, kimi kendisine kimi çevresine ait sesler olur- “yaşın kaç, başın kaç, ne bilirsin yüksek öğrenim-öğretim işlerinde kendi deneyiminden öte” diyordu. Ama ben de bu sese cevaben dedim ki: “E canım ben de herşeyi biliyorum demiyorum ki, işte aklım erdikçe yaşam üzerine”… İçindeki ya da dışındaki sesi benimkinden ayrı fikirde olanlara şimdiden duyurulur…

Eğer geriye dönüp başımdan geçenleri yazacaksam olayın taa başına gitmem lazım. Ben ne umuyordum ne buldum, kadere ne sundum, kendisinden yediğim kazıklar –arada bir de kıyaklar- karşısında nasıl dondum, sonunda nasıl boyun eğip sus pus oldum … Eee bunca zaman için epey çelmeleşmesi oldu zat-i şahaneleri kader sultan ve şans meleğimin hayatımın ringinde. Yıl konusunda hesap yapmaktan kaçar oldum ama düşünürsek 1990’dan beri üniversite ortamındayım ve 1994’ten beri lisansüstü öğrenim ile meşgulum. Bunun son 7 yılı ABD’de yüksek öğrenim derdinde geçti. 2 mastır ve hala sürmekte olan doktora maceram oldu –derecemi aldığım günü görmeden sahiplenemiyorum bu ünvanı henüz! . 4 akademik danışman ve 2 ayrı üniversitede 3 ayrı bölümde geçirdim son 10 senemi. Epey hatalı davranışlarım –stratejik yönden- ve gereksiz derecede idealist bakış açılarım oldu… Ama çok şükür Allah’ıma, aydım, gururumdan caydım ve nihayet doktora derecesi almaya adayım. Bu satırları yazarken hala suyun bu yanında, öğrenci konumunda ve bakışında olduğumun farkındayım. Esas amacım da karşıya geçmeden buradan görünen manzarayı yazmak ve es kaza benim gibi bir noktadan başlayıp buralara gelebilecek birilerine ışık tutmak, mümkünse engel (! J) olmak.

Lise yıllarımda çok hırslı bir öğrenci olmadığımı gururla soyleyebilirim –o zaman için kişiliğimin en önemli parçalarından birisi idi bu özellik; gerçi aynı sebepten lisedeki hayalim olan Fizik dalını ilk tercihime yazamadim ama neyse- Öğrenmekten, özellikle de birilerinin bana anlattığı birşeyleri dinleyerek öğrenmekten, acayip zevk alan birisiydim. Hala öyleyim. Hangi konuda öğrendiğim pek önemli değildi, hala da değil. Ben ne hikmetse bilgiye aç birisiyim, birşeyler öğrendikçe sessiz bir sevinç kaplıyor içimi. Ne öğretilirse sorgulamadan öğrenirim –öğrenmeyi denerim. Peki ne yapıyordum o bilgiyle? Görünürde pek bir pratik sonuçları olmadı. Lisede TÜBİTAK projesi yapmaya kalktım, ilgimi çeken konunun deneyinin gerektirdiği “precision” lise labarotuvarı koşullarının çok ötesinde bir seviye gerektirdiğinden pek birşey çıkmadı. Bir iki ODTÜ Mimarlık Bölümü’ne gidip ısı yalıtımı üzerine bir iki kitap okuduğumuzla ve kampus içinde dolanırken genç yaşımıza rağmen “hocam” diye hitap edildiğimizle –cok şaşırmıştim ilk duyduğumda, oradaki aşçılara bile “hocam” diye hitap edildiğinden haberim olmadığına- kaldık.

Üniversite boyunca da verilen dersleri elimden geldiğince öğrendim ve çok da zorlanmadan iyi bir derece ile (ilk üç-beş ya da ona girip de göze çarpacak şekilde değil tabii ki) bitirdim. Sıra geldi iş aramaya ve bilgileri az da olsa uygulamaya. Mezuniyetimin yazında Türkiye’de bir ekonomik kriz ve büyük şehirde kimseyi bilmeden iş bulma çabası ve başarısızlığı –halbuki Erzincan’a bile gitmeye razıydım-, piyasaları beklerken mastır programına girme kararı. O yaz hayatımda ilk kez arkadaşlarla eve çıkmış ve ilk kez başarısız bir ev arkadaşlığı yaşamıştım –babam ve annem ne zaman kişisel bir hayali gerçekleştirme girişiminde bulunmaya kalksam bunu ve akabinde gelen sosyal hayat sorunlarını hatırlatır dururlar hala J - Bu huzursuzluğun bana tek yararı her gün can sıkıntısından kaynaklanan düzenli mastır sınavı hazırlığım oldu ve bir aydan fazla bir süre içinde nerdeyse bütün 4 yıllık bilgilerimi tekrar ettim. Sonunda ODTÜ İnşaat’ta çok istediğim ve ilk seçeneğim olan Jeomekanik dalında mastır programına girdim. Hayalimin konusunun hocası Prof. X Bey’in odasına gidip, programa kabul edildiğimi ve kendisiyle çalışmak istediğimi soyledim. Önündeki masaya eğilip bir post-it aldı ve bana dönüp “Sen Sıdıka mısın?” dedi. İşte o an yüksek öğrenim hayallerim korkunç bir gürültüyle devrildi. Ben son senemde kolay-zor dememiş, adamın bütün seçmeli derslerini almışım, A çekmişim, gideceğim toprak dayanımını arttıran ne methodlar keşfedip, ne temel tasarımları yapacağım. Bir konuyu seviyor, biliyor ve kırk yılın başında –çok ukalaca olmasa da- göstermeye niyetliyim… Gel gör ki hayallerimin hocası benim varlığımdan habersiz. (Hata 1: Dersi bilmek, bildiğini göstermek, hatta biraz hırslı görünmek pahasına da olsa ekstra işlere atılmak ve hocanın hafızasında yer edebilmek akademik hayatta ilerisi için çok lazım… Bunun, harbi insan karakterine ve sosyal hayata en az zararlı bir şekilde yapılması şu anki düşünceme gore mümkün ve üniversite yıllarında en geç 3. sınıfta başlayarak öğrenilmeli. Hata 2: Akademide kalacakların en geç doktorada yurtdışına çıkması şart gibi, bunun için de aynı dönemde üniversite 3’te TOEFL ve GRE gibi sınavlara hazırlanmaya başlamak lazım. Ben bilmiyordum, kimse demedi, ben de yapmadım, bedelini sonra ödedim sanırım. )

Neyse, ilk dönem zorunlu dersleri alıyoruz ama işşizim ve evden para istemeye de utanıyorum. Babam da tüccar ya da yüksek dereceli memur değil ki. Üstelik öyle “part-time” iş bulma başarısı ya da imkanım da yok. Bir ara duyuyoruz ki bölümde Jeomekanik dalına araştırma görevlisi alınacak. Başvurdum, ama notları benden daha iyi –doğal olarak da üniversite yıllarında epey tosak olarak bilinen, ya da non-AFL deyimle “inek”- bir başka kız arkadaş var. Ben araştırma görevlisi olmayı istiyorum –ne hikmetse- ama onun alınmasını daha normal karşılayacağım. Aynı zamanda bir de Gazi Üniversitesi’nde jeomekanik dalında kadro açılıyor ve bizim anabilimdalı başkanı hocamız biz başvuranları oraya da başvurdurtuyor. “ODTÜ’de öğrenci orada ar-gör olma olasılığı var” diyor. Hayatımda ilk kez de olsa bir CV yazıyorum o aylarda (CV kelimelerinin ya da içeriğinin ne olduğunu da doğru dürüst bilmiyorum ya) kalkıp gidiyoruz Gazi sınavına. Yazılı oldu mu bilmem ama olmuştur herhalde. Bu arada ODTÜ’deki anabilimdalı başkanı da benim Gazi’ye başvurumu destekliyor, gidersen iyi olur diyor –daha sonra öğrendiğime göre ODTÜ’deki kadroya başvuran herkese aynı şeyi söylemiş. Sonra esas sözlüye çağrıldım, biri bölüm başkani üç hoca ile bir odada mülakata alındım. Jeomekanik falan derken nasıl oldu bilmem bana gel seni “sıtırakçir” yani yapı mekaniği dalına alalım dediler… Gene bir şok oldum.. Mastırı ODTÜ’de yaparsın, yapı mekaniğine geçersin, ama doktorayı bizde devam edersin diye de şart koştular. Bir de “yok sözünü tutmazsan bu küçük bir camia, geleceğin için iyi olmaz” gibisinden hafif yollu gözümü korkuttular –en azından öyle bir olta attılar. Yahu doktora yapacak mıyım bilmiyorum bir tarafa, ben yapı mekaniği hayatta çalışmak istemiyorum öbür tarafa. Bu arada ODTÜ’deki başvuraların sonucunu da bir şekilde geciktiriyorlar; Gazi’nin ar-gör kadrolarının sonuçlanmasını beklediklerini söyleyenler var fısıltılar içinde. Bir başka fısıltı dalgası da ODTÜ’ye alınacak kişinin belli olduğunu, ama uygun bir şekilde diğer başvuranların elenmesi gerektiğini içeriyor. Tabii ki öyle bir şey olacaksa o ben olmayacağım, zira anabilimdalinda beni tanıyan yok gibi. (Hata 3: Hocaniz ya da büyüğünüz diye herkese güvenmeyin. Araştırıp soruşturmadan, gideceğiniz yerde bir tanıdık ya da birilerini tanıyan bir tanıdık bulmadan, diplomayı elinize alıp oraya buraya başvuru yapmayın. Akademik iş durumlarında akademik başarı kadar karşılıklı tanışma, tanıştırılma ve anlaşabilme çok önemli, her işin bir raconu var değil mi ama?)

Çok da birsey istediğimi düşünmüyordum; jeomekanik de mastır yapıp kum zeminlerde depreme dayanıklı kazıklı temel tasarımları yapacaktım. Hani Mimar Sinan’ın cami yeri kazdirip 2-3 yil beklemesi olayi var ya, ben işte onun eğitimini alacaktım. Yavaş yavaş bu yüksek öğrenim camiasında jeomekanik konusunda kısmetimin olmadığını düşünmeye başladım. Ama Gazi teklifini kabul etmeden önce hayatımda kendimi ve kendisini yakın hissettigim iki hocaya fikir danışmaya karar verdim. Biri, ikinci sınıfta kalıp ikinci kez aldığım “strength” yani mukavemet dersinin hocası Prof. Tanvir Wasti; kısa boylu, tombul, Pakistanlı ve çok sempatik, babacan birisi. Beni hatırlar mı diye merak ederek gittiğim odasında “Oooo Tüydeş” diye bir sıcaklıkla karsıladı ki kendimi İstanbul’da kaybolmuş dolaşırken hemşerimi bulmuş gibi hissettim. Olayı dinledikten sonra “mastır süresince asistanlık alabilirsin belki ama doktora için hiçbir kimseye söz vermek zorunda değilsin. Kim bilir belki de evlenip doktora falan yapmayacaksın, sakın ola öyle bir kağıda imza atma” dedi ve içime su serpti. Beni hayatımın hatasından dödürdüğünden değil –zira akademik hayatın en önemli kısımlarından birisi olan doktora için ruhunu teslim edercesine şartlı yasal bir anlaşma var mıdır, olur mu hala emin değilim- ama akademik camianın içinde idari alavere dalavere yapmadan mantıklı ve makul cevap verdiği için ve en önemlisi benim gibi sessiz kalmayı tercih etmis bir öğrencisini bile yargılamadan, horlamadan, zorlamadan hatırlayıp güler yüzle karşıladığı için. Onca yıl ukala ve hırslı olmamak (ki bunun toplumsal ve töresel sebeplerini bir ara oturup toplumca düşünmemiz, tartışmamız ve biraz düzeltmemiz lazım diye düşünüyorum) için sessiz bir köşede kalmış birisinin zar zor da olsa topladığı cesaretine karşılık böyle samimi ve içten bir karşılama inanın çok büyük bir moral desteği oluyor.

Akademide olanlarımıza sormak istiyorum; eminim gözünüze girmeye çalışan bir sürü öğrenciniz oluyordur, ama es kaza kıyıda kalmış sessizler grubundan öğrenmeye meraklı kaçını radarınızla yakalayabildiniz? Ya da köşelerini bırakıp size geldiklerinde ya da gelemediklerinde kaçını cesaretlendirip gönderebildiniz? Malum, yetenek portakalın içindeki tohumu görmekten öte tohumun içindeki portakalı görmek biraz da. Umarım cevabınız içinizi rahat ettirecek bir miktardır.

Devamı bir sonraki aya ….
Sevgiler

Hediye Tüydeş (’90)