Saturday, July 02, 2005

Aklım Erdikçe Yaşam Üzerine:Nihayet !

Vallahi nihayet sonunda doktora tezimi de savunabildim. Bugünleri göreceğimi söyleseler de hayatta inanmıyordum; netekim hala inanamıyorum. Yani bakıyorum Perşembe günkü savunmamdan bir gün önceki ile bir gün sonraki ruh halim arasında çok bir değişiklik yok. Hatta sonrasında inanilmaz bir inanamama durumu var: ertesi güne yetiştirilmesi gereken simulasyonlar yok, inanamıyorum; bir an önce yazılması gereken sayfalar yok, inanamıyorum; iki saatte bir benden sonuç/bölüm/düzeltme bekleyen hocam yok; inanamıyorum; hangisini koysak da az soru gelse derdi yok, inanamıyorum.. Gerçekten ben bu güne geldim mi? İnanamıyorum..

Geçen Perşembe günü koştura koştura da olsa 350 sayfalık tezimin kopyasını bastırıp çoğalttırıp spiral ciltletip dört komite üyesine dağıtmak derdinde iken bir taraftan da en yakın tarihe tez savunma günü ayarlamakla meşguldüm. Komite üyelerinden birisi dekan, birisi pek ortalıklarda görünmeyen bir hoca, diğeri en az 10 gün öncesinden tezi elinde isteyen birisi.. En sonuncusu da benim danışman; bazen düşmanıma vermesin Allah diye saydırtan.. Bir de beşincisi vardı ki genç hocalardan, benim hocamın çok da önemsemediği ama mecbur kalınca çağırdığımız (kendisi kibarlık edip kabul etti son dakikada da olsa jüriye katılma davetimi, ama kader ve benim hoca engelledi). Hedef şu; bu beş kişiden hocam kesin olmak üzere olacak bir dörtlüyü aynı gün aynı saate bir araya getirebilmek.. Bunun için ne terler döktüm. Benim hoca komitede olmak zorunda olmasa herşey çok daha kolay olacaktı ya, olmadı. Vaktim olduğunda oturup da iki gün içinde yaptığım yazışmaları bir kaleme alıp derlesem, inanın okurken siz de benim gibi daral geçirirdiniz; kimbilir belki bir sonraki yazıya ya da kısa bir hikayeye malzeme olurlar o mesajlar. Neyse, Perşembe akşamı herkese kopya vermişim, hocamın bir hafta sonraya -öncelikli olarak Çarşamba, olmazsa Perşembe- uygunluğu doğrultusunda diğer hocaların da uygun olduğu bir günü-saati ayarlamış, hafif bir mutluluk ve tebessüm içinde bulmustum ki kendimi ki tez danışmanımın son bir kabalığı ile irkildim. Tam tercüme edersem şöyle bir mesaj aldım: “Bak Hediye, bu tarih değişmeli, sana sabahtan ayarla demedim mi?…”. Hay hay Sadrazam Bey, sizden başka kimsenin başka işi yok zaten ... Üstelik sabahtan olsa iyi olur dediniz ama öğleden sonra olmaz demediniz. Hayır işin kötüsü verdiği tarih ve saatlere sadık kalmayan benim kendi danışmanım; diğerlerine değiştirmek için tekrar mesaj attığımda utanıyorum böyle güvenilmez bir danışmanım olmasından. Hele kabalığı emaillerinde; inanılmaz bir boyutta.. Tezimin savunma aşamasına gelmesine bile sevinemeden içinde bulunduğum durumdan ve noktadan iğrendim; “lanet olsun bu doktorada bana bunları çektiren kadere, tez danışmanına, herşeye” dedim.

Şevkim kırılmış bir şekilde geçen bir hafta içinde zar zor da olsa hazırladığım 64 slaytlık sunumum ile Çarşamba gününe geldim. Ertesi günü çıkacağım jürinin önünde savunacağım. Bir saatlik savunmaya 64 slayt, slayt başı bir dakika; biraz kısa ama hızlı geçersek bir iki tanesini, yapılabilir.. Kendi kendime bir prova yapayım dedim; bir baktım gak guk bile edemiyorum. Ben slaytlara bakıyorum, onlar da bana bakıyorlar. Sakin kafayla basit basit hazırlanmışlar ama üstüne söyleyecek iki kelime bulamıyorum kafamda. Bu slaytları da ben hazırlamadım mı Allah’ım? Gece yarısına kadar oturup son düzeltmeleri yapıp 6-7 kopya bastırdım bir sonraki gün için. Bir taraftan da düşünüyorum yapılacak işleri; eğer uyku tutmazsa erken kalkayım gideyim fillo hamuru alayım, ıspanaklı börek yapayım –malum yiyecek, içecek birşeyler getirmek lazım toplantıya gelenlere. Hatta çok erken kalkarsam kuaföre gideyim saçımı fönleteyim. Yurda geldiğimde askıları karıstırıp giyebileceğim bir ciddi kıyafet aradım. Pantalon-ceket giymek istemiyorum; erkek değilim, kızım ben, kız gibi süslenmek istiyorum. Yarın büyük gün.. Hissedemesem de biliyorum. Mini bir elbise üstüne kendi ceketini deniyorum, olmuyor bir şekilde, bırakıp siyah bir ceket uydurup siyah topuklu ayakkabılarımı deniyorum. Kırmızı-gri bir fular da uydurdum -Bursa’dan aldığım Roman markalı. Bu markayı da daha önce hiç duymamıştım. Vakko bir fular şık olurdu aslında böyle önemli bir günde ya ona ayıracak param yok. Para var ama relatif olarak bu kadar detay birşeye harcıyacak kadar yok. Üstelik henüz öyle marka hakadecek bir seviyede değilim, onu da biliyorum. Acaba herhangi bir dönemde öyle bir seviyeye gelebilecek miyim? Hatta öyle bir seviye var mı? Bilinç kötü, bencil olmak isterdim bazen ya, olmuyor işte. Üstümdekilerin hiçbiri pahalı ya da çok kaliteli seyler değil, ama ciddi görünecek bir hava vermeye yetiyor ve ne kadar kaliteli olduğunu bir tek ben biliyorum, başka kimse bilir mi bilmiyorum. Bu öğrenciliğimin son sınavı, iş hayatımda bu konuda ne tavır içinde olmalıyım hala bilmiyorum. Daha kaliteli birşeyler giyse insan kendini daha farklı ya da güvenli hisseder mi merak ediyorum. Bu giysi meselesi önemli birşey, statü belirleyebiliyor yeri geldiğinde ama ben ne kadar önemsemeliyim onu bilmiyorum. (Bunları o gece böyle düşündüğümü sanıyorsanız aldanıyorsunuz; bunları burada anlattığım gibi kelime kelime düşünmüyorum, ama o an bu karmaşa bulutu duyguyu içsel bir şekilde hissediyor ve biliyorum.) Son bir gayret tırnaklarıma kırmızı ojeler sürüp kuruyana kadar televizyon seyrediyorum. Kontrol ettiğim mesajlarda Türkiye’den bir arkadaş ve buradan bir başka arkadaş şans dilemiş; hatırlanmış olmaktan mutlu bir şekilde hafifçe gülümsüyorum. Gece yatağa yattığımda önümdeki slaytlara bakarak bir prova deniyorum, gene doğru dürüst cümle bile kuramıyorum.. Daral geliyor ve ben yatıyorum.

Artık yorgunluktan mı bilmiyorum, 7:30’a kurulu radyo/alarmı kapatıp bir daha yatıyorum. Saat 9’da arkadaşım Nuri’nin telefonu ile kalktım. Hemen dışarı fırlayıp önce World Market denen dükkandan Avrupa’dan ithal gofret, damla çikolatalı kurabiye, biraz çikolata, ardından Panera Bread dükkanına koşup bir düzine bagel (simitin daha tombulu birşey) alıyorum, krem peynir de yanına. Bak şimdi Türkiye’de olsam kesin poğaça alırdım ama yok işte. Börek yapacak vakit de kalmamış zaten. 11:30 da sunum var. Derken Dunkin Donut dükkanına uğrayıp bir düzine de donut (donat diye okunan ve aslında hafiften lokma tatlısına benzeyen baska bir abur cubur ürünü) alıyorum. Dışarısı bir sıcak ki sormayın. Ter içinde bölüme gelip sekreter hanımlardan birinden bir termos kahve demlemesini rica ediyorum.

Ardından yurda gidip giyiniyorum, iki bina ötesinde de olan sunum yerine geri geldiğimde bir kaygı sardı beynimi; ben bu tezi savunabileceğimi hiç sanmıyorum. İmzalatılması gereken kağıtları hocamın alıp almadığını öğrenmek için hocamın peşine düşüyorum. Bilgisayar mühendisi arkadaşın odasında bulduğum hocamın gözleri hülyalı; gene uyumamış fazla… Bu adam öldürecek kendini yorgunluktan ya benim şimdi kendi derdim kendi başımda. Hocam bana bakıp “Ooo, Hediye mükemmel görünüyorsun.. Bu halinle şimdiden geçtin” diyor. Ben panik içinde bu dünyadan biraz kopmuş bir noktadayım ama gene de ayıp olmasın diye hocama bakıp espri yapmaya calışıyorum: “Umarım öyle olur, ona güveniyorum, zira ben bugün pek birşey savunabileceğimi sanmıyorum”. Dışardan nasıl görünüyordum bilmiyorum ama suratımın allak bullak olduğunu hissediyorum. Çarşamba pazarı tabiri herhalde o anki halim için geçerlidir.

Panik bir şekilde sunumu yapacağım yere geliyorum ama hafiften kopmus bir durumdayım. Bilgisayar bağlantı işlerini falan Nuri hallediyor; zaten onların bölümün salonunda sunuyorum. Jüride de onların bölümden Prof. Daskin var, ben ondan epey tırsıyorum (keza hocam da). Sorabileceği bazı sorular var ki o konularda çok da iyi modeller geliştirmedim, oradan vursa boynumu büküp duracağım, başka çare yok. Duvarda ilk slaytı görünce dedim ki kendi kendime “dananın kuyruğu burada kopacak, batarsa balık, yan gidip batacak”... kaygılanmayı bırakıyorum. Zihin boş..

İlk olarak da Prof. Daskin geliyor sınıfa, bizim doktoradaki delikanlılardan sonra.. Ben gene panik bir tur atıyorum diğer jüri üyelerini bulmak uğruna. Halbuki ne gerek var, otur bekle orada.. Yok, içim tez, babam gibiyim böyle anlarda. Tam herkes gelmiş, ben sunumun kopyasını vermişim, başlayacağım, jüri üyelerinden birisi sözü alıyor: Bu sunum çok uzun, bu kadar çok slayt gösterme, her 4 slayttan üçünü mümkünse atla, yarım saatte sun, 1.5 saatte bitsin bu iş.” Şok oluyorum. Yahu ben son 5 günümü 330 sayfayi, 10 küsür değişik modeli, 4-5 sayısal örneği 64 slayta sığdırabilmek için kafayı yemişim, çok gelmiş beylere, kısa keseymişim. Espri yapmaya çalışarak “Bilseydim bu kadar hazırlamazdım” diyorum, hocam atlıyor konuşmaya “biliyordun zaten kısa hazırlaman gerektiğini”. İçimden hocama dönüp “Hocam, hiç de sarkastik değilsiniz, ne biçim adamsınız, esprinin gene içine ettiniz” diyesim geliyor ama gel gör ki hocam işte, sözde benim tarafta… biraz da büyüğüm. Kör olmayasıca İngilizce, daha hafiften giydirmeyi de bilmiyorum bu dilde.

Gelenek olduğu üzere gelenlere teşekkür ile söze başlıyorum ama ezbere birşey olduğu için ben bile dinlemiyorum cümlelerimi. Sanki az sorunum varmış gibi beynim bir de sunumu kısaltma derdinde. Bir slayt, ikinci slayt, literatür taraması diyeceğim atlıyor gene bir jüri üyesi: Şimdi sen 55 sayfa literatür taraması yapmışsın da bana çok uzun geldi, ne işine yaradı, söyle bir cümlede. İçimden “Hoppala, ya bismillah, Allah sizin müstehakınızı versin” diyorum “okusaydınız belki anlardınız ne işe yarıyor diye; yok eğer okuduysanız sizin bu sorunuzun anlamı ne?”. Gak guk ayıp olmayacak bir nezaketle cevap veriyorum bir şekilde. Fazla bölünmeden bir müddet anlatıyorum modellemelerimi. Beklenen an geliyor ve gene atlıyor bizim jüri üyelerinden birisi: “Şimdi iyi hoş, sen bu modelleri yapmışsın da ne işe yarayacak? Tut ki Highland Park şehrinin kaymakamı seni aradı, bu şehri boşaltmamız gerekiyor, ne yapalım? dedi, sen ne cevap vereceksin?” Biliyorum ki istediği uygulamaya yönelik basit bir reçete. Ama yok öyle bir şey gerçekte. “Biraz bilgi isterim önce, nüfus yoğunluğu nerede falan diye”. Adam ısrar ediyor: “Vakit yok ona, hemen cevap istiyor, ne diyeceksin? Önce çıkışlara yakın olanlar mı boşaltsın, yoksa göl kıyısındakiler mi?” Bir diğeri atlıyor: “Internete bağlanabilirsin ama sadece 7 saniyeliğine.” İçimden diyorum “hocam, duymak istediğinizi biliyorum ben de, ama yok işte öyle bir hap gibi reçete”. Kibarlığı elden bırakmadan cevap veriyorum, “Mesafe kadar nüfus yoğunluğunun olduğu yerlere göre..” Beni dinlemeyi bırakip birbirlerine dönüyorlar; biri diğerine “Bence en önce çıkış noktalarına yakın olanlar boşaltılmalı, diğerleri gelince trafik sıkışıklığını engellemeli – aynı kişi yarım saat evvelinde böylesi bekletmeli planların kabul edilmeyeceğini de iddia etmişti bir başka model ama ne diyeceksin jüri üyesi işte”. Diğeri cevap veriyor: “Tabii sence en doğrusu bu, çünkü bunu sen düşündün. Highland Park’ın kaymakamı da seni dinler, zira ünlü bir adamsın.” Ben de bakıyorum, ne güzel birbirleriyle dalga geçiyorlar. Adamlar işin keyfinde… de kardeşim burada benim tezim savunuluyor, arada bir de tezin içeriği ile ciddi bir soru soruversenize. Peh! Ivır zıvır sorular, pek realistik bulmadıkları bir senaryo üzerine geyikler, geyikler.. Tamam diyorum, seçilen örnek tamamen uydurma, ama derdim de gerçekçi sonuçlar bulmak değil, relatif olarak modellerin etkinliğini ve çalıştığını göstermek. Dinleyen yok ki. Onu sorarlar, bunu sorarlar, literatürden haberleri yok, habire yorum yaparlar. Daral getirdiler sonuna doğru. Bir taraftan canımı sıkan jüri üyeleri, diğer taraftan gözümü yoran kontak lensleri. Son 15 dakika dinlemedim bile adamların söylediklerini. Ben 6 senemi harcamışım bu konu üzerinde, adamların ne umrunda, ne ….

Bir an oturup ağlayasım geldi. Zor tuttum kendimi. Allah versin hepinize hakkettiğinizi! Ben biliyorum modellerin kabullenmelerini, eksiklerini, biriniz de zahmet edip sorsa da adam gibi geçse şu tez savunma işi. Takılmışız Highland Park’ın kaymakamının isteklerine, 20,000 dolarlık arabanızı evde bırakmama isteğinize ya da Evanston’da kac kişinin ne yöne gideceğine. Yahu adı Evanson olmasın da Ümraniye olsun, ya da Evanson ahalisi tutup o gün beyni dönüp olur olmaz yönlere gitsin, olur ya, göreceksiniz ki böyle sonuçlar da gerçekleşebilir, o zaman beni anarsınız da kim öle kim kala… Tam o sırada bir jüri üyemin gözleri saate ilişti: “Oooo, saat 1:30 olmuş, sen artık sonuçlara geç. Bu Evanston örneği üzerinde bu kadar tartışmaya hiç gerek yok.” Bana sorsanız ben de söylerdim ama dinleyen yok ki. Tam da doğru zamanlamışım, bir sonraki slayt “Sonuçlar”.. Ben hevesim kaçmış, içim daralmış bir şekilde, beni sıkıntıya sonra da hüsrana salmış jüri üyelerime son bir iki cümlemi kurduktan sonra tırstığım jüri üyemden beklenen gol geldi: “Son olarak sayfa 151’deki modeldeki son denkleme bir bakar mısın? Sanırım burada bir hata var.” Haydee, slaytları bırak, 350 sayfalık tezi eline al, fışır fışır sayfa karıştır, 151’i bul, son denkleme bak.. Evet, bir yamukluk olduğu kesin ama yazım hatası mı modelleme hatası mı nerden bileyim, kafam 2 saatlik bir sorgulamadan sonra zonklamakla meşgulken “ne kadar dikkatlisiniz”den başka ben size daha ne diyeyim. Üstelik, 330 sayfalık tezi nasılsa satır satır okuyup, renk kodlamalı düzeltmelerinizi yazmışsınızdır diğer seferki gibi, ben de gider düzeltirim, sayın hocam..

Son dakka golünden sonra kibarca dışarı çıkartılmam, bizim delikanlılar ile geçirdiğim 5-10 dakika, son darallar.. İçeri tekrar çağrılmak. Şunu bunu düzeltme tavsiyesi, tebrikler, hocamın mutlak düzelteceğiz sözleri ardından istenen imzalar. Nihayet sınıfta ben ve hocam. “Çok sağlam bir savunmaydı, daha iyi savunulamazdı, tebrikler”… “Sağolun” derken yüzümde eksik olan gülücükler. Bitti hocam, siz de memnun kaldınız ama bana bu çektirdikleriniz, benim bu çektiklerime, değer miydi bu geçen yıllara bu alınan ünvan? Şimdi sorsanız, cevabım “sanmam”.. Başladım, bitirdim, gururluyum, huzurluyum, doktorum ama içimde öyle kırgınlıklar, öyle yaralar, öyle daral anılar var ki hiç mi hiç yeri yok yüreğimde mutluluğun.. En azından henüz ve şimdilik..

Yeni bir göç öncesi gerginliği içimde.. Yine silbaştan. Ek olarak benimle gelen geri: iyi-kötü bir sürü anı, bilinmezin kaygısı ve adıma ek küçük bir ünvan. Hediye Tüydeş, PhD.

Hediye Tüydeş, PhD